Dini inanca sahip olmayan bir insanın ahlaklı olup olamayacağı insanlık tarihi kadar eski bir sorudur? İnançlı bireyler kendilerince haklı olarak şu soruyu sorarlar? ‘ Eğer bir insan bu dünyada veya öldükten sonra hesap vereceği bir inanca sahip değilse neden ahlaki davranmak zorunda olsun? İnançsız bir insanın çalmamak, öldürmemek, tecavüz etmemek, kötülük yapmamak için önünde bir engel olabilir mi?’
Bir an için inancın ahlaklı olmak için şart olduğunu düşünelim. Optimar’ ın 2019’ da yaptığı bir araştırmada ülkemizdeki nüfusun % 90’ ının inançlı olduğu (Hristiyan, Müslüman, Yahudi vs.) tespit edilmiştir. WIN/Gallup International’ın 2017 yılında yaptığı bir araştırmada ise Japonya’ da nüfusun önemli bir kısmının şintoist geleneğe sahip olsalar da inanç olarak kendilerini ateist, deist ve agnostik olarak tanımladıkları görülmüştür. 1999 Marmara depreminde yağma ve talan için pek çok ilden deprem bölgesine gelenlerin olduğunu, cesetlerin kollarının ve boyunlarının kesilerek takıların ve evdeki paraların yağmalandığını birçoğumuz hatırlar. Japonya’ da 2011’ de meydana gelen Fukushima depreminde ise neredeyse hiç yağma ve talan olmadığı haber bültenlerinde defalarca konu edilmiştir (The Daily Telegraph, 2011). Buna benzer daha pek çok örnek verilebilir. Şüphesiz bu örnekler inanç ile ahlak arasında bir ilişki olmadığını göstermez. Ancak inanç olmadan ahlaki davranışın nasıl ortaya çıktığı ne dindarlar, ne de inançsızlar tarafından çoğu zaman tam olarak açıklanamaz. İnançsız bireyler ahlakın evrimsel olarak genlerimizle geldiği açıklamasını yaparlarken bazen bunu yeterince izah etmezler.
2019 yılında tüm dünyayı kasıp kavuran Covid-19 salgını yüzünden pek çok ülkede sokağa çıkma yasakları ilan edildi. Özellikle yalnız yaşayan pek çok insan değil evlerinden, odalarından bile dışarıya çıkmadan aylarca hayatlarını idame ettirdi. Hadi şimdi zaman makinesine binelim ve yüzbinlerce yıl öncesine gidelim. İlkel çağlarda yaşayan bir insan olduğunuzu düşünün. Soğuk bir kış mevsiminde küçük bir mağarada aylarca dışarıya çıkmadan tek başınıza yaşamınızı sürdürmek size olası geliyor mu? Yiyecek bulmak zorundasınız, su bulmak zorundasınız, ateş yakmak zorundasınız, vahşi hayvanların ve başka kabilelerin saldırısından korunmak zorundasınız. Yaralandığınızda veya hastalandığınızda bakım almaya, cinsel ihtiyaçlarınızın karşılanmasına, akıllı telefonların ve sosyal medyanın olmadığı bir çağda zihninizi oyalamak için ilişki kurmaya ihtiyacınız var. Bu ihtiyaçların karşılanmaması ölüm demektir. Dolayısıyla hayatta kalmak için diğer insanlarla topluluk halinde birlikte yaşamak zorundasınız. Birlikte yaşayabilmek için ise topluluğun kurallarına uymak zorundasınız. Yani çalmayacaksınız, öldürmeyeceksiniz, tecavüz etmeyeceksiniz… Eğer içinde bulunduğunuz topluluğun kurallarına uymazsanız dışarı atılırsınız ve yalnızlığa mahkûm olursunuz. İlkel çağlarda yalnız kalmanın kaçınılmaz sonucu ölümdür.
Canlıların en temel özelliklerinden birisi de hayatta kalmaya eğilimli olmalarıdır. Olası bir ölüm tehlikesi karşısında zihnimiz erken uyarı sistemi geliştirir. Örneğin bir trafik kazası geçirdiğinizi ve sağ kurtulduğunuzu düşünün. Bundan sonraki her trafiğe çıkışınızda muhtemelen kaygı yaşayacak ve daha dikkatli davranmak zorunda hissedeceksiniz. Bu yaşanan kaygı zihnin ürettiği ve canlıyı hayatta tutmaya yönelik bir savunma mekanizmasıdır. İlkel çağlara yeniden dönersek suç işleyen ve toplum dışına itilen bir canlı ölümle yüz yüze kaldığından yüzbinlerce yıllık bir süreç içerisinde zihnimiz ahlaki olmayan bir davranış sergilediğimizde kaygı hissedeceğimiz bir savuma mekanizması geliştirmiştir. Bu durum diğerlerinin duygularını anlama ve hissetme (empati ve sempati) yeteneğimizin biyolojik kökeni olan ayna nöronların gelişmesini sağlamıştır. Bu açıdan bakıldığında insan zihni temel olarak ahlaki potansiyele sahiptir. Yani ahlak nörolojik alt yapımızda vardır. Fakat bu ahlaki alt yapının etkinleştirilmesi gereklidir. Bunun için de insan yavrusu dünyaya geldikten sonra yaşamının ilk yıllarında sağlıklı bir anne-baba ilişkisi kurması gerekir. Özellikle çocukluğun ilk dönemlerinde bir annenin çocuğunun duygusal ihtiyaçlarını görebilmesi, bunları karşılayabilmesi, empati kurabilmesi, yaşam enerjisini çocuğuna verebilmesi ve ilerleyen süreçte model olarak temel ahlaki davranışları çocuğuna öğretebilmesi biyolojik alt yapımızda olan ahlaki davranışın etkinleştirilmesi anlamını taşır. Bu sayede dürtülerimizi kontrol edebilme becerisi kazanırız. Bu durumu fabrikada üretilen bir bilgisayara temel yazılımın yüklenmesine benzetebiliriz. Bilgisayara yazılımın yüklenebilmesi için donanımının o yazılıma uygun olması gerekir. Fakat yazılımın yüklenmesi sırasında ortaya çıkan hatalar bilgisayarın çalışmasında sorunlara neden olur. Bu açıdan bakıldığında yaşamın ilk yıllarındaki gelişimsel süreçte ebeveynler tarafından etkinleştirilemeyen ahlaki alt yapı ilerleyen yıllarda kişilik problemleri olarak karşımıza çıkar. Ruh sağlığı uzmanlarının kişilik bozukluğu teşhisi koyarlarken en çok dikkat ettikleri faktörlerin başında bireyin temel ahlaki kurallara olan uyumu gelir. Bu doğrultuda nörolojik temeli olan ahlakın, psikolojik bir fenomen olduğunu da söyleyebiliriz.
Sağlıklı bir ruhsal gelişim sürecinden geçen bireylerin dürtülerini kontrol edebilme, empati kurabilme, sempati hissedebilme gibi becerilerinin gelişmiş olduğunu düşünecek olursak bu bireylerin temel olarak ahlaklı olma eğiliminde olduğunu varsayabiliriz. Yukarıda belirtildiği gibi nörolojik potansiyelimizde bulunan (din adamlarına göre fıtratımızda yer alan) ahlak, sağlıklı aile ilişkileri ile etkinleştirilebilirse adeta zihnimizin bir yazılımı haline gelir. Birey bu yazılıma aykırı hareket ettiğinde, yani ahlaki olmayan bir davranış sergilediğinde erken uyarı sistemi devreye girer ve zihin kaygı üretir. Bu kaygı olası bir cezalandırmanın geleceğine ilişkindir. Zihnin bu kaygıyı yatıştırabilmesinin bir yolu vardır. Cezayı bekleyerek acı çekmektense infazı bir an önce gerçekleştirmek! Bu doğrultuda bilinçaltımız bizi bedel ödeyeceğimiz durumlara sokar. Mesela araba kullanırken dikkatimiz dağılır ve kaza yaparız, borsada yanlış hisse senedine yatırım yaparız, bize acı verecek bir evlilik yaparız. Bu her ne kadar istemediğimiz bir durum olsa da zihnin çalışma prensibidir. Bu sayede yaptığımız kötülüğün cezasını bulduğumuzdan zihnin kaygı üretmesine gerek kalmaz, sistem dengelenir. Kim bilir, belki de binlerce yıl önce nöroloji ve psikolojinin bilinmediği bir dönemde ortaya çıkan ‘karma’ inancının kökeninde bu vardır.
Yine bu konu ile ilgili olarak en çok tartışılan örneklerden biri de inançsız bir insanın ensest ilişkiye girmek için önünde bir engel olmadığı iddiasıdır. Bu konuda çok kapsamlı teorik bilgiler vermek yazının amacı dışında kalacağından basitçe şu şekilde açıklayabiliriz: Ensest ilişki sonucu doğan engelli çocuklar insan hayatını zora sokar. Bu yaşam konforunu bozan durum sağlıklı bir şekilde çoğalma isteğimize de terstir. Bu durum karşısında da yukarıdaki örneklerde olduğu gibi insan zihni evrimsel süreçte bir erken uyarı sistemi geliştirmiştir. Dolayısıyla sağlıklı bir ruhsal yapıdaki birey, dini inancı olmasa dahi genetik olarak yakın olduğu kişi ile cinsel bir yakınlaşma durumunda tiksinti, kaygı gibi duygular hisseder ve ensestten uzak durma eğilimindedir. (Bu bilgi, FMRİ gibi beyin görüntüleme cihazları ile nörobiyoloji alanında yapılan çalışmalara dayanmaktadır.)
Ne var ki insanlık tarihi savaşlarla, ekonomik problemlerle, doğal afetlerle, kazalarla ve binlerce farklı travmalarla doludur. Bu travmatik yaşantılar ebeveyn-çocuk ilişkilerini sekteye uğratarak ruhsal gelişimde kusurlara neden olmuştur. Kendi canının derdinde olan bir anne-babanın çocuğunun duygusal ihtiyaçlarını karşılamasının mümkün olmadığı durumlar neticesinde ruhsal problemler ortaya çıkmıştır. Bu durumlarda da biyolojik alt yapımızda yer alan dürtülerin ahlaka baskın gelmesi neticesinde dinler devreye girmiştir. Dini inançlar her ne kadar insanı ahlaki davranmaya teşvik etse de temel ahlaki altyapının eksik olduğu durumlarda insanoğlu ahlaki davranışların dışına çıkmış, hatta kimi zaman kutsal inancını dahi çıkarlarına alet emiştir. Dinlerin aslı bozulduğu için yenilerinin gelmesi durumu da muhtemelen bundan kaynaklanmaktadır. Bütün bunlar dikkate alındığında bir dini inancın sağlıklı bir ruhsal (ahlaki) yapı üzerine inşa edilmediği durumlarda insanın ne derece ahlaki davranacağı kestirilemez bir konudur.
Mustafa Gödeş
Klinik Psikolog